AĞRI’NIN DERİNLİĞİ’NDE BİR BAŞKA ÖLÜM…

“Nuray birden dışarı çıktı çadırdan. Ellerini gökyüzüne kaldırıp rüzgarda yiten sesinde bir şeyler söyledi. Dizlerinin üzerine çöküp uzun uzun ağladı öylece. Döndü dağa, baktı hüzünlü bir terk edişi yaşar gibi bir çığlık attı Ahura köyüne doğru, çadıra döndü, gülümsedi ve düştü olduğu yere. Ne olduğunu anlamamıştı bile kimse. Neydi şimdi bu? Şaka mı bu kadar dert arasında? “Nuray” diye seslendi Armağan. “Nuray, gel hadi!“ Yanına koştuklarında gülümseyen bir yüzle karşılaştılar. Nuray’ın yüzü dağa dönüktü ve gülümsüyordu… Gülümseyerek ölmüştü Nuray, Ağrı’ya doğru… ”

****

Ağrı dağını bildiğimiz rotaları dışında, yani klasik rota ve Iğdır kuzey rotasından başka bir rotası daha vardır ki; uzun zamandır giden olmamıştır… Ahura rotası.

Ahura rotası adını dağın kuzey doğusunda vaktiyle oluşan heyelanlarda yok olan Ahura köyünden alır. Bölgede 1840 ve 1940 yıllarında meydana gelen depremler ve heyelanlarda, sadece Ahura köyü değil, dağdan inen buzullar ile, Yakup Manastırı ve Peygamber Çeşmesi de yok olmuştur.

Hikayemiz ise Ahura’da tam 25 sene önce bugünlerde kısa saçlarını rüzgarlara savurarak yaşamlarını kaybeden iki gencecik beden üzerine… Nuray’ın ve Gülden’in dağ sedaları üzerine… Gülden’e sevdalanan, Ahura üzerine…

****

İki kız sekiz erkekten oluşan grup Ahura köyü üzerlerinden zirveye adım adım yaklaşırlarken, bir kayanın dibinde durup nefeslenme molası verdiler. Çok yorulmuşlardı. Mevsim yaz ve temmuz olmasına rağmen dağ soğuktu. Sis çok zamandır dağın yüzünün görünmesini engellediği gibi, aşağıları da göstermiyordu… Zaman zaman aşırı derecede esmeye başlayan rüzgar ise yürümelerini daha çok zorlaştırıyordu.

Mühendis olmaya aday sekiz öğrenci aynı fakültenin sıralarını paylaştıkları gibi, aynı tutkuyla bağlıydılar dağlara. Çok zamandır dağsız bir yaşam düşünemez olmuşlardı. Sürekli tırmanmak, dağlarda olmak en büyük keyifleri olmuştu. Bir gün Ballıkayalar’da kaya tırmanmak, başka bir gün Erciyesin zirvesine dokunmak bir tutkuydu artık…

Ama ille ki Ağrı… Derinliği ve yüksekliği ile efsanelerin içerisinde yükselen Ağrı. Ağrı’mız… Gidilmesi, çıkılması ve kırlangıç seslerinin duyulması gereken Ağrı…

Sekiz kişiydiler… iki kız ve sekiz erkek: Armağan Öztürksavan, Başar Titiz, Gülden Haberoğlu, Haldun Ulusoy, Nuray Sarıbatur, Oğuzhan Öztürk, Rıfat Başer ve Şükrü İzmirlioğlu. Çoğu kez dağlarda birlikteydiler. Ve artık ağrıya gitme günü geldiğinde, buna kendilerini hazır hissettiklerinde, son hazırlıklarını yaptılar ve yola koyuldular…
Nuray annesine staja gideceğim demişti. Yola çıktıklarında ise bu küçük yalanını çoktan unutmuştu bile… Dağa gidiyordu işte, hem de Ağrı’ya, daha ne olsundu.

****

Tıpkı bizim dağlara gittiğimiz gibi… Çantalarını sırtlarına vurup, güle oynaya otobüsün koltuğuna oturup, Ağrı’nın heyecanını yaşadığımız gibi… Tıpkı yol boyunca aramızda konuşarak, dağı paylaştığımız gibi… Yüksekliği, irtifayı, dostlukları paylaştığımız gibi… Bizim gibi…

****

Beş bin metreye yaklaştıklarında; Başar, Haldun, Rıfat ve Şükrü çok yorulduklarını ve devam edemeyeceklerini, geri dönmek istediklerini söylediler.
Bitmişlerdi. 5 bin metre santim santip üzerlerine yıkılmıştı sanki. Sanki dağ ayaklanmış, yakalarından tutmuş ve sarsmıştı onları. Adım atacak halleri yoktu.
Ekibin geri kalanı devam kararı aldı… Zaten zirveye ne kalmıştı ki? Her an buzula girebilir, sis perdesi aralanırsa dağın öteki yüzünü bile görebilirlerdi…
Bir adım, bir adım daha, göğsünden geri iten rüzgara inat bir adım daha ileri.

Yola devam kararı alan iki kız ve iki erkekten oluşan ekip bir süre sonra siste iyice yoğunlaştılar. Deyim yerindeyse burunlarının ucunu görmeden ilerlemeye devam ettiler. Ama ne buzul çıktı önlerine ne de zirve… Yönsüzlüklerinde yönlenmeye çalışarak alçalmaya başladılar nereye gittiklerini bilmeden…
Sonra çadır kurup bir süre beklediler bir süre… Ne yağmur dindi, ne sis perdesi aralandı dağda. Ne de “orda kimse var mı” diye bir ses duydular. Ve yürümeye karar verdiler. Tam iki gün ve iki gece bilmezliklerde adımladılar Ağrı’yı. Ekmeğin son lokmasını kim attı ağzına? Yanında içecek bir yudum su buldu mu? Bilinmez…
İki gün boyunca nereye gittiğini bilmeden dolaşan ekip, yorgun, aç ve susuzdu. ‘Sisler bulvarın’da bir ışık arayıp durdular saatlece… Ve yukarıdan gelen bir gürültüyü duyduklarında ise artık çok geçti. Dağ üzerlerine yıkılıyordu sanki. Gürül gürül iniyordu koca koca kayalar, taşlar ve buzlar… Savruldular. Dağıldılar, kaçmaya çalıştılar, uzaklaşamadılar. Yorgun ve açtılar…

Kendilerine geldiklerinde hava kararmaya başlamıştı. Sanki çok aydınlıkmış gibi. Sanki gün yüzünü günlerdir her gün görmüşlermiş gibi.
Küçük bereleri saymazlarsa herkes iyiydi. Heyelan akmış, onları savurmuştu ama kefeni yırtmışlardı işte. Dağ Ahura’ya bir kez daha akmıştı.
Çadırlarını kurarak dinlenmeye karar verdiler. Ayrıldıkları arkadaşları belki yardım getirirdi. Belki merak eder ve döner bir yudum su, bir yudum ekmek paylaşırlardı. Gelirler miydi ki? Beklediler. Öyle sessiz ve dışarıda gittikçe esen rüzgarın sesinde.

Nuray birden dışarı çıktı çadırdan. Ellerini gökyüzüne kaldırıp rüzgarda yiten sesinde bir şeyler söyledi. Dizlerinin üzerine çöküp uzun uzun ağladı öylece. Döndü dağa, baktı hüzünlü bir terk edişi yaşar gibi bir çığlık attı Ahura köyüne doğru, çadıra döndü, gülümsedi ve düştü olduğu yere. Ne olduğunu anlamamıştı bile kimse. Neydi şimdi bu? Şaka mı bu kadar dert arasında? “Nuray” diye seslendi Armağan. “Nuray, gel hadi!“
Yanına koştuklarında gülümseyen bir yüzle karşılaştılar. Nuray’ın yüzü dağa dönüktü ve gülümsüyordu… Gülümseyerek ölmüştü Nuray, Ağrı’ya doğru…

Sessiz ve şaşkındılar. Uzun süre rüzgarın Nuray’ın bedenini zorlamasını izlediler. Rüzgar sanki alıp zirveye götürecekmiş gibi oynadı durdu genç beden ile… Estikçe iteledi bedeni, yüzünü dağdan ovaya çevirdi, sanki gün doğumunu izlemesini istermiş gibi…

Kaç zamandır ses çıkarmadan çadırın köşesinde oturan Gülden sessizce dışarı çıktı. Yağmur yağmaya yeniden başlamıştı ve saçları yüzüne yapışıyordu. Uzun uzun Nuray’ın sessiz bedenine baktı. Sonra yüzünü dağa döndü. Gözlerinde öfke anlatılmazdı ve öfkesinin dozu sayılamazdı. Baktı dağa doğru anlaşılmaz çığlıklar atmaya başladı. Sonra duruldu, yüzüne Nuray’ınkine benzer bir gülümseme oturdu ve düştü. Günlerden 24 Temmuz 1985’ti ve Gülden’de ölmüştü…

Armağan ve Oğuzhan bir süre sessiz kaldılar. Ne yapmalıydı? Bilmedikleri yollar yürümüşler bilmedikleri vadiler aşmışlar günler gecelere karışmış ve bir çıkış yolu bulamamışlardı…
Uzun konuşmalardan sonra durumu daha iyi olan Armağan’ın yardım getirmek üzere gitmesine karar verdiler. Oğuzhan ise Nuray ve Gülden’i bekleyecekti. Çığlıklar içinde gittikleri gibi, belki sessizce gelirlerdi…

Armağan hızla irtifa kaybederek bilmediği bir yerlere doğru koşmaya başladı. Çok geçmemişti ki çobanlar ile karşılaştı. Durumu anlattı. Yerlerini tarif etti. Sonra bindirildiği bir eşeğin üzerinde köye doğru yola çıktı.
Sonra çobanlar Oğuzhan ile geldiler köye. Nuray ve Gülden yoktu. Getirememişlerdi aşağı. Armağan ve Oğuzhan acele ile hastaneye kaldırıldılar. Pek bir sorun olmasa da günlerdir yorgun ve açtılar. Sonra ekipler gitti taze bedenleri aşağı indirmeye. Nuray biraz yer değiştirmişti ve buldular… Güzel Gülden ise Ağrı’nın derinlerinde yitenlere karışmıştı… Rüzgar Gülden’i Ağrı’nın derinlerine götürmüştü sonsuza dek…


Dağlarda yaşamını kaybeden bütün dağ sevdalıları anımsanmalı, unutulmamalıdır…
* Yukarıda anlatılanlar 1985 yılında Ahura rotasından Ağrı dağına çıkmaya çalışan 8 İTÜ’lü dağcının hikayesidir.
* Bir çok yerde Nuray ve Gülden’in heyelan veya çığ nedeni ile öldüğü belirtilmiş olsada aslı öyle değildir. Nuray ve Gülden yüksek irtifadan etkilenmiş ve o nedenle yaşamlarını yitirmişlerdir.
* Gülden’in bedeni 25 yıl geçmesine rağmen bulunamamıştır. Ailesi ve arkadaşları 200 bin lira gibi bir ödülü Güldeni bulacak kişilere vermeyi taahhüt etmiş, ancak bir faydası olmamıştır.
* Aşağıda göreceğiniz dönemin gazete küpürleri Milliyet Gazetesi arşivinden elde edilmiştir.
* Başar Titiz dönemin bakanlarından Tınaz Titiz’in oğludur…
* Dönemin Dağcılık Federasyonu eski Asbaşkanı Alaattin Karaca, olaydan federasyonu sorumlu tutmuştur.
* Hayatını kaybeden Gülden ve Nuray’ın arkadaşları; maceracılıkla suçlanan arkadaşları için, “maceracı değil, sporcuydular” açıklamasını yapmıştır.
* Zamanın İTÜ rektörü ise “kim izin verdi” demiş.
* İstanbul Tenis Eskrim Dağcılık sporcusu Hasan Subaşı ise yaşananları malzeme eksikliğine bağlamış… Sanki GPS vardı da onlar kullanmadı der gibi…

24 Temmuz 1985’i ve dağ sevgisi nedeni ile yaşamlarını kaybeden arkadaşlarımızı unutmayalım…

YÜZÜMÜZ DAĞLARA DÖNÜK OLSUN

Cem Ergün
İstanbul Dağcılık Kulübü
www.istanbuldagcilik.org

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder